Hafıza. Atalarımız da bizim gibi kıyaslama yapmaya meraklıymış. Çok okuyan mı bilir, çok gezen mi diye merak etmişler. Eh o zamanlar basılı kaynaklar kısıtlı olduğundan, bilse bilse "gezen" daha çok bilir diye karara bağlamışlar. Fakat bu gezen kişi de nasıl bir seyyahsa artık, eline zerre kitap almadan geziyormuş. Çok gezen mi bilir çok okuyan mı?” konusunu gruplar oluşturarak tartışınız. konusu ile ilgili kısaca bir yazı örneği ; Çok gezen bilir : Bütün eserler seyyahlar tarafından bölgeleri gezerek ve gerekli olan araç ve gereçleri kullanılarak yazıldığı için çok gezen daha iyi bilir. Çok Gezen bilgiyi bizzat yerinde görür ve öğrenir. Görmek başkadır. Gezerek öğrenmek birçok duyuya hitap ettiği için daha kalıcıdır. Kitaptan okumak teorik bilgidir, gezmek ise bizzat pratik bir bilgidir ve en kalıcı öğrenme bizzat yaparak yaşayarak öğrenmedir. Keşfetmek, keşfedileni okumaktan daha yararlıdır, daha 03/05/2014, 13:27. 1-Okuyan insan, gezen insana göre bilgi sahibi olma konusunda zamanı daha ekonomik kullanabilme imkanına sahiptir.Örneğin bir kitaplıkta pek çok konuda kaynağa aynı anda zaman kaybetmeden sadece elinizi uzatarak ulaşabilirsiniz. 2-Doğru kaynakları okuyorsa, bilgi sahibi olmada gezen insana kıyasla daha fazla 1-Okuyan insan, gezen insana göre bilgi sahibi olma konusunda zamanı daha ekonomik kullanabilme imkanına sahiptir. Örneğin bir kitaplıkta pek çok konuda kaynağa aynı anda zaman kaybetmeden sadece elinizi uzatarak ulaşabilirsiniz. 2-Doğru kaynakları okuyorsa, bilgi sahibi olmada gezen insana kıyasla daha fazla derinleşir. aVpVE. KEKRE FERHAT CAN AĞUŞ ANKARA ÜNİVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTESİ “... Kekre bir şey var bu havada ...’’ Son zamanlarda en yoğun şekilde yaşadığım hissiyatın tarifini Cemal Süreya’nın bu dizelerinde buldum. Evet, kekre bir şey var bu havada. Elle tutamıyoruz, gözle göremiyoruz belki ama hayatımızın her zerresine sirayet ediyor yayılıyor bu kekrelik. Bu durumun sadece tek bir nedenden kaynaklandığını düşünmüyorum fakat bu yazıda bu sebeplerden yalnızca biri üzerinde durmaya çalışacağım. Kitle iletişim araçlarının -şimdilik- sonuncusu olan internet ve özelinde sosyal medya bilgi dağıtım hiyerarşisini ve editoryal denetimi lağvederek herkesi bilgi kaynağı haline getirdi. Hal böyle olunca bilgi çağında olduğumuz söylemi bana çok akla yatkın gelmiyor. Çünkü bu merkezsizlik durumu, bilgiye ulaşmayı ne kadar kolaylaştırıyorsa doğru bilgiye ulaşmayı o kadar zorlaştırıyor. Ben bu durumu konuşabilen sağırların yarattığı bir kakafoniye benzetiyorum. Fakat buradaki sağırlar tam anlamıyla sağır değil, kulakları sadece beğenebilecekleri fikirlere açık. Yani akılcı kaygılardan uzaklaşıp, kanı, duygu inançlara teslim olduğumuz bu dönemde önemli olan paylaşılan bilginin doğru olması değil muhatabının hoşuna gitmesi. Popüler terimlerle ifade etmek istersek yaşadığımız dönem post-truth olarak adlandırılıyor. Bu terimin Türkçe çevirilerinden en çok hoşuma giden “hakikatin önemsizleşmesi” Yalın Alpay oldu. Gerçekten de hakikatin önemini kaybettiği, imajın, göze hitap ederliğin önemli olduğu çağımızı çok iyi yansıtıyor. İnternetin bize bilgi çağını yaşatacağı umudunun boşa çıkması gibi demokratikleşmeyi tabana yayacağı şeklindeki beklenti de bir hayal kırıklığı olarak tarihteki yerini almış gibi gözüküyor. İnternete hâkim olan sosyal medya şirketlerinin kâr güdüleri doğrultusunda -burada salt bu kişilerle ilgili ahlaki bir değerlendirmede bulunduğum düşünülmesin, sistemin kendisi daima daha çok kâr getirmeye koşullandığından uygulamaları da bu amaca hizmet edecek şekilde gelişiyor- muhatapla ilgili daha çok bilgi edinebilmek ve ona en çok beğenebileceği ortamı sunacak şekilde geliştirilen algoritmalar bizi yankı odalarına hapsediyor. Bu yankı odalarında önümüze hep beğeneceğimiz şeyler servis ediliyor. Adından da anlaşılacağı üzere, aslında kendimize sürekli kendi kusursuz fikirlerimizin yankılarını duyduğumuz alternatif bir dünya inşa ediyoruz. Bu ortamda pek tabii -aksi görüşlerle karşılaşmadığımızdan- fikirlerimiz keskinleşiyor. Hal böyle olunca artık bizim gibi düşünmeyenler karşıt fikirli olmaktan çıkıyor birer hasma dönüşüyor. Hem bu bahsettiğimiz durum hem de daha önce önce söz ettiğimiz akılcı kaygıdan uzaklaşıp kanı, duygu, inançlara teslim olma hali, demokrasinin karşısında yer alan popülizm, faşizm gibi akımlara rahatlıkla gelişebilecekleri bir zemin sunuyor. Bu sınırlı yazıda böyle karmaşık bir soruna çözüm getirmek gibi bir iddiam yok. Fakat en azından şunu söyleyebilirim ki yukarıda bu soruna karşı tavrından söz ettiğimiz kapitalist mantıktan bu soruna bir çözüm beklenemez. Son zamanlarda sosyal medya uygulamalarının yöneticileri bu durumla ilgili pişmanlıklarını dile getiriyorlar. Fakat özeleştiri yalnızca yanlış yaptık demek değildir. Bu yanlışı çözebilecek derinlikli bir çözümü de sunması gerekir. Ben bu kimselerden sınıfsal pozisyonları gereği böyle bir tavır beklemiyorum. Ayrıca sosyal medya ile ilgili düzenlemeler yapılırken internete erişim hakkının günümüzde artık insan hakkı olarak kabul edildiğini gözden uzak tutmamak gerekir diye düşünüyorum. Çünkü her ne kadar yukarıda olumsuzluklarından söz etmiş olsam da sosyal medya insanlara fikirlerini paylaşabilecekleri bir alan sunmaktadır. Sorun bu kazanımı koruyup bu alanları daha sağlıklı kullanılabilir hale getirmektir. Çok karanlık bir manzara sundum ve elle tutulur bir çözüm de önermedim. Fakat en başta atıf yaptığım şiirdeki şu iki dizeye daha değinmek istiyorum “Son kötü günleri yaşıyoruz belki İlk güzel günleri de yaşarız belki” Güzel günlere olan inancımızı salt bir duygu olarak değil bir bilinçli tavır olarak da sürdüreceğiz ve elbet o ilk güzel günleri göreceğiz. MEĞER BÖYLE VEFAT ETMİŞ MEHMET CAN KUYUCU BEYKENT ÜNİVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTESİ Âcib Bey öleli iki gün oluyor. Anadolukavağı havalisinden işsiz, paspal, perişan gezen bir adamdı. Büyük bir roman tutkunuydu. Kitap çalan bir hırsız desem bu adama, herhalde gülersiniz. Hakkıâliniz var. Ayol, sirkate değer nice altın, para ve değerli taş varken hangi akl-ı kamil kitap aşırır? Neyleyelim harabe sarayı evinde bu sirkatten tamı tamına iki bin kitaplık muhteşem bir kütüphane meydana getirmişti. Bedavayı severdi. Bulursa çatlayana kadar yer, bulamadığı vakitler ise gizli hazinesinden üç beş kuruş midesinin cebriyle, homurdanarak harcardı. Onca garip etvara karşın bir huyu daha vardı ki gizli hazine muammasının cevabıdır. Âcib Bey, kafası daima yerde gezen biriydi. Neden mi? E olur da Anadolukavağı’nda birinin cebinden birkaç madeni para firar eder, doğrudan Âcib Bey’in hazinesine intikal etmelidir de ondan. İşsizlik içinde iş, ne hoş! Çoluk çocuğa karışmış biri değildi zavallı. Büyük de bir iddiası vardı “Adamakıllı beş yüz kitap devirmiş bir âdem için evlilik, zaman israfından başka bir şey değildir.” Kimse ciddiye almazdı Âcib’i ama onun bu iddiası, karısının hezimetine uğramış, başında tek saç kalmamış adamların nazarında bir hakikat timsaliydi. Birkaç gün evvelinde yine başı yerde gezerken yakaladım onu. Sohbete pek muvaffak olamıyorduk zira onun için mide gurultusu diye bir şey olmasa, firar eden paraların canı cehenneme! O bile zaman israfı idi. Kolundan çekiştirdim “Be adam, dur da iki kelam edelim, diyeceklerim var.” Homurtu ve tıslamalardan mürekkep bir cevap aldım. Yürümeye devam etti. “Ne diye yıllardır bu muhitte gezip duruyorsun? İstanbul’un taşı toprağı altındır, derler! Koskoca payitaht dururken üç beş garibin nasibinden çıkmış, çeyrek ekmek bile etmeyen parasını hangi akla hizmet arıyorsun?” Çok hikmetli bir söz duymuş gibi gözlerime baktı. Çatık kaşları yumuşadı ve ellerimi sıkıp fısıldadı “Sahi beyefendi, bu İstanbul dedikleri yer...” Bir müddet utangaç bir çocuk gibi dudaklarını ısırıp gözleriyle sağı solu dolaştı “Sahi taşı toprağı altın mıdır?” “Öyledir ya! Bak ben orada çalışırım. Yolum biraz uzundur ama kazancım yerindedir. Hem orada öyle çok insan var ki, değil yerde para bulmak, gökten Avrolar, dolarlar toplarsın.” Elbette Âcib Bey’e takılıyordum. Türk milletinin mazlum fertleri yiyecek ekmek bile bulamazken, nerede gezer Avro nerede gezer dolar? Hay aksi şeytan! Âcib Bey kelamımı noktalayınca ellerimi büyük bir coşkunlukla sıkıp bağırdı “Vay sağ olasın efendi! Zaten sıkılmıştım bu muhitten.” Yıllardır göğe doğru dönmemiş kafasıyla gerisin geri yol aldı. Nereden bilebilirdim ki Âcib Bey’i son kez gördüğümü? Ertesi gün akşama doğru Anadolukavağı’na avdet ettiğimde, iskelede büyük bir uğultunun ortasında buldum kendimi “Ölmüş.” “İstanbul’dan getirdiler cenazeyi.” “Ölüm sebebi ne ola ki?” Uğultular birbirine geçip manasız sözlere dönüştüğünde kalabalığın ortasına doğru ilerledim. Vay ki ne göreyim? Âcib Bey boyu boyunca uzanmış yatıyor! Yıllardır yerde gezen başı bu defa kapkara göklere bakıyor, dudaklarında gayet büyük bir tebessüm, mesrur vaziyette uyuyordu. Sormadan edemedim kendime, nasıl ölmüştü bu adam? Kimse kesin bir cevaba vâkıf değildi ki uğutular gittikçe büyüyordu. Kalabalığı susturup bu garibi teamüllere göre defnetmek gerektiğini, fazlaca bekletilmemesini, aksi halde günahının bizim boynumuza olacağını hatırlattım. Gece vakti cenaze gömüldüğü pek görülmemiş bir şeydir fakat gel gör ki adıyla maruf bu adamı, Âcib’i gece yarısı defnettik. Şimdi defnedilmesi gereken bir şey daha vardı Bu adamın nasıl öldüğü sorusu... Cesedi ilk müşahede edenlere sual ettim evvela. İstanbul’dan gelip iki adamın, cami imamına haber vererek cenazeyi iskeleye bıraktığını ardından döndüklerini öğrendim. “Zavallının adresini nereden biliyorlar bu iki zat?” İhtiyarca bir adam dişsiz ağzıyla yanıtladı sorumu “Adamın kimliği de mi yok yahu? Anadolukavağı yazıyor işte! Ben elbette Sertaharri Memuru Rıza Bey değildim. Vaziyeti tek başıma çözemezdim. Belki de zavallı bir cinayete kurban gitti, ihtimal uzak olsa da imkânsız değildi. Derhal merkeze bir telefon açıp vaziyeti tetkik için malumat verdim. İş bu ya? Ucu açık bu soruşturmayı Rıza Bey üstlenmişler. Dün elime mektubu ulaştı. Şöyle diyordu “Anadolukavağı eşrafından Recep Beyefendi günlerdir soruşturmasını sürdürdüğüm bu ölümün sırrını nihayet çözdüm. Nasılını size anlatmayacağım zira meslek sırrıdır. Bilmeniz gereken şudur ki bunun için Âcib Bey’in hayatı bana yol gösterdi. Sarsılmaz bir hakikattir ki Âcib Bey’in ölümü bir söz yüzünden olmuştur. Zavallıya, eşrafınızdan biri İstanbul’un taşı toprağı altındır’ deyip onu buralara kadar sürüklemiş. Âcib Bey de bu sözü kendi muhasebesine sunmadan atladığı ilk vapurla Eminönü’ne gelip bu manasız sergüzeştine başlamış. İkindi sularında Cağaloğlu yokuşunu çıkarken madeni bir parıltı ilişince gözüne koşturup gitmiş ki bugünlerin herhalde en değerli metallerinden bir Avro bulmuş. Zavallıcık! Oh, nihayet zengin oldum!’ diye sevinç haletiyle başını göğe kaldırıverince, yıllardır yere bakmaktan kireçlenen boynu kırılmış. Bin bir vakaya ve sergüzeşte konu olmuş şahsım dahi böylesi müstehzi bir sonun dehşetinden hırpalanmıştır. Bir ölümün muammasına gafil kalmadığınız ve Rıza Bey’e bir kıssa hediye ettiğiniz için size minnettarım. Sertaharri Memuru Mehmet Rıza” Mektubu hayretler içerisinde okudum. Şimdi bu hakikati kime desem inanmazdı ve belki bu ölümün müsebbibi olarak beni görürlerdi. O sebeple ben, dilimin ucunda çırpınıp duran şu sözü söyleyip susmaya ant içiyorum Vay Âcib Efendi vay, demek böyle vefat ettin. KULAKTAN KULAĞA ELİF KAYNAK HATAY TED KOLEJİ 9. SINIF Binlerce orman yanmış Dün söylediler Yazık oldu ormanlara Kadınlar öldürülüyormuş Dün duydum Yazık oluyor kadınlara Paraları pırr edip uçuruyorlarmış Haber ettiler dün Yazık oldu emeklere Yalanlar söylüyorlarmış Beşikteki bebek duymuş Dün anlattı bana Yazık oldu hakikate Susturuyorlarmış Genç kalemleri, aydın fikirleri ve doğruyu söyleyeni Oysa henüz doğmamış çocuk da biliyor Herkes sussa da gerçekleri Ve bir varmış bir yokmuş Umut, zulümden çokmuş Güzelliğe hasret insanların, Görünmez yarınlara bir direnişi olmuş Tutsak dünler adına Gökten üç elma düşmek üzere Bir daha kimseye yazık olmasın diye Oluşturulma Tarihi Şubat 10, 2021 0348Her atasözünün vermiş olduğu bir mesaj vardır. Bu mesajların iyi bir şekilde kavranması oldukça önemlidir. Çok gezen çok bilir atasözü sıklıkla kullanılan atasözlerinden bir tanesidir. Çok gezen çok bilir atasözünün anlamı nedir? Çok gezen çok bilir atasözü cümlede nasıl kullanılır? İşte, tüm insanlara öğüt verir ve kimin söylediği belli değildir. Ancak belli bir yaşanmışlık ve tecrübe sonucunda ortaya çıktığı aşikardır. Çok gezen çok bilir atasözü de bu amaçla söylenmiştir. Bu atasözünün cümlede doğru ve anlaşılır bir şekilde kullanılması için anlamının da iyi bir şekilde bilinmesi gerekmektedir. Çok Gezen Çok Bilir Atasözünün Anlamı TDK Nedir? İnsanların bilgi sahibi olması için pek çok yol vardır. Kitap okuyarak ya da araştırma yaparak bilgi edinmek bu yolların en bilindik olanıdır. Ancak sürekli gezmek yeni yerler görmek, yeni kültürlerle kaynaşmak, yeni insanlar tanımak da kişinin bilgi sahibi olmasını ve kendini geliştirmesini sağlamaktadır. Çok Gezen Çok Bilir Atasözünün Cümle İçinde Kullanımı Gezmeyi çok severdi, bilgileri ise çok gezen çok bilir atasözünü kanıtlar nitelikteydi. Ağlamıyorum gözüme eğitim kaçtı’ kitabının yazarı, eğitimci Müjdat Ataman ile eğitimimizi konuştuk…“Bırakalım okulları resmî yazıyla yönetmeyi, okulları okulun paydaşları yönetsin. Artık neresinden tutsak elimizde kalan bir eğitim sistemi ile karşı karşıyayız ve bu acı tablo gün geçtikçe daha da kötüleşiyor. Bakanlık kendine göre bir yol haritasıyla ülke gerçeklerinden uzak ilerliyor. İhtiyacın ne olduğu iyi analiz edilmeden kararlar alınıyor, resmî yazılarla duyuruyor. Bu devasa, hantal yapı el yordamıyla işletilmeye çalışılıyor. Çocuğun üstün yararına odaklanan, çağa uygun, güncel politik işleyişten etkilenmeyecek bir eğitim politikasının temellerini atmamız gerekiyor.”“Biz yaptık oldu, ben dedim oldu anlayışından kurtularak "tavandan tabana" bir yönetim anlayışından çıkıp "tabandan tavana" bir yönetim anlayışına geçmemiz gerekiyor. Ülkedeki neredeyse tüm öğretmenlerin karşı olduğu bir kanunu hayata geçirmeye çalışmak nasıl bir yönetim anlayışıdır? Öğretmenler kendileri için ortaya konulan meslek kanununda söz hakkına sahip değiller.”Size göre, şu anda ülkenin eğitim alanında en büyük problem nedir ve bu problemleri çözmek için ne gereklidir?Bu yıl, 100 yaşına basacak Cumhuriyetimizin temel kuruluş adımlarından en önemlisi eğitimdi. Millî eğitim seferberliği ile çok önemli adımlar atılmıştı. Günümüzde ise bir zamanların en önemli atılımı olarak görülen eğitimin durumu, içler acısı. Burada sormamız gereken en önemli soru şu olmalı "Ne değişti?" Cevap basit aslında Ülkemizin siyaset üstü bir eğitim politikası yok. İktidara kim gelirse bakanlık ve eğitim ona göre şekilleniyor. Hele son yirmi yılda aynı iktidarda gelen sekiz bakanla değişen onlarca sisteme tanık oluyoruz. Bir temel eğitim felsefemiz yok. Ana program olmayınca da her şey yamalarla geçiştirilmeye çalışılıyor. Artık neresinden tutsak elimizde kalan bir eğitim sistemi ile karşı karşıyayız ve bu acı tablo gün geçtikçe daha da kötüleşiyor. Değişime aslında tam da bu noktadan, bu temel problemi aşarak başlayabiliriz. Bir eğitimci olarak çocuğun üstün yararına odaklanan, çağa uygun, güncel politik işleyişten etkilenmeyecek bir eğitim politikasının temellerini atmamız gerekiyor. Ben ülkede partiler üstü bir eğitim anlayışının kurgulanabileceğine inanıyorum yeter ki politika yapıcılar değil, eğitimciler bu alanda bir araya bir yaklaşıma geçişte nereden ve nasıl başlanmalı? Eğitim sistemimiz merkeziyetçi bir yapıda ve üstenci bir yönetim anlayışı ile yürütülüyor. Bir milyon eğitimcinin birbirinden ayrı binlerce problemi var. Bu problemler görülmüyor, hissedilmiyor, duyulmuyor. Bakanlık kendine göre bir yol haritasıyla ülke gerçeklerinden uzak ilerliyor. İhtiyacın ne olduğu iyi analiz edilmeden kararlar alınıyor, resmî yazılarla duyuruyor. Bu devasa, hantal yapı el yordamıyla işletilmeye çalışılıyor. Örneğin, yıllardır söylenegelen eğitimde eşitsizlik durumuna dair atılan anlamlı hiçbir somut ve gerçekçi adım yok. Ülkede nitelikli lise sayısını artırmaktan aciz bir durumdayız. Bakanlık, kaç derslik açtık, kaç öğretmen ataması yaptık, kaç kitap bastık anlayışında. Sayılara boğduğumuz eğitim sistemi can çekişiyor. Sayılar çoğalınca eğitim sistemi de nefes alamıyor. Hatta daha niteliksiz üretimle daha da geri gidiyor. Proje çöplüğüne dönen bu yapıdan acilen kurtulmamız gerek. Bu ülkenin varlığını kimsenin boşa harcamaya hakkı yok. Giden zamana, bütçeye ve emeğe yazık. Kimsenin şu an adını anmadığı Fatih Projesi'ne yapılan yatırımla nasıl bir yol aldık ya da 2023 Vizyon Belgesi'ne dair en büyük salonlarda yapılan yüzlerce şaşalı toplantı sonrası ne oldu? Kimsenin adını bile anmadığı bu anlamsız adımların bizi bir yere taşımadığının görülmesi gerekiyor. Biz yaptık oldu, ben dedim oldu anlayışından kurtularak "tavandan tabana" bir yönetim anlayışından çıkıp "tabandan tavana" bir yönetim anlayışına geçmemiz gerekiyor. Ne demek bu? Şu an tüm eğitimcilerin en önemli sorunu liyakatsızlık, bunun en önemli göstergesi de eğitim yöneticilerine güven duyulmaması. Öğretmenleri ancak bir sendikaya üye olursan yönetici olursun duygusundan kurtarmamız gerekiyor. Hadi, ilk adımı atalım ve okul yöneticileri değerlendirme sistemi kurgulayalım. Okulun paydaşları öğrencileri, öğretmenleri, çalışanları, velileri okul yönetimini değerlendirsin. Bu değerlendirme ölçütlerine göre yöneticilik sistemi kuralım. 70 bine yakın okulun olduğu bir sistemi merkezden yönetmeye çalışmanın sonucudur gelinen nokta. Bırakalım 70 bin okulu, sadece 1 okulu düşünelim. Nedir okulların özerkliği, nedir okulların bütçesi, nedir okulların anlamlı sürece bağlı başarı ölçütleri, bunları belirleyelim. Ve bırakalım okulları resmî yazıyla yönetmeyi, okulları okulun paydaşları yönetsin. Ağlamıyorum Gözüme Eğitim Kaçtı kitabımda okul özerkliği ve okul paydaşlarının yönetime katılımı ile ilgili çokça örnek verdim. Bakın, son günlerde müjde olarak, son yılların en büyük atılımı olarak sunulan bir sayfalık Öğretmenlik Meslek Kanunu da buna çok iyi bir örnektir. Ülkedeki neredeyse tüm öğretmenlerin karşı olduğu bir kanunu hayata geçirmeye çalışmak nasıl bir yönetim anlayışıdır? Öğretmenler kendileri için ortaya konulan meslek kanununda söz hakkına sahip değiller. Bu mu çoğulculuk, bu mudur ortak akıl, bu mudur adaletli sistem kurgusu?Öğretmenlik Meslek Kanunu ile yürürlüğe girecek olan Uzman Öğretmen, Başöğretmen anlayışı ile ilgili düşüncelerinizi öğrenebilir miyim?Öğretmenlik birçok meslek gibi çok ciddi alan uzmanlığı gerektiriyor. Yıllardır sürdürülen anlamsız politikalarla profesyonellik gerektiren bu mesleğin prestiji ayaklar altına alındı. Hiçbir şey olamıyorsan öğretmen ol, denilen bir ülkede eğitimden ne bekleyebilirsiniz? Her meslekte olduğu gibi bu meslekte de alanında çok güçlü olanlar ve yeterli olmayanlar var. Yeterlilik ya da meslekteki birikimi görmenin birçok yolu var. Bu yollardan hiçbiri sınav değil. Bir öğretmenin gücünü görmek istiyorsanız planlarına bakarsınız, sınıf iklimine bakarsınız; öğrencileriyle, velileriyle kurduğu iletişim diline bakarsınız, kendi okulundaki meslektaşları ile paylaşımına bakarsınız, kurumuna kattıklarına bakarsınız, alan uzmanlığını ancak ve ancak alanda görebilirsiniz. Teorik kuru bilgileri öğretmenlere boca edip ardından ezberini kontrol edeceğiniz bir sınav yaparak öğretmenleri uzman, başöğretmen diye ayıramazsınız. Bu onur kırıcıdır, bu ayrıştırıcıdır ve bu dünyanın en güzel mesleklerinden biri olan öğretmenliğe yapılan en büyük de bu sınava karşı ama uzmanlığa başvuran binlerce de öğretmen var, bu konuda ne düşünüyorsunuz?Öğretmenleri açlık sınırında yaşamaya mahkum ettik. Bir zamanların büyük hayalleri olan öğretmenleri artık yok. Ülkesinin gelişimi için büyük umutlar besleyen öğretmenler, öğrencilerinin yaşamına katkı sunmayı amaçlayan öğretmenler ay sonunu nasıl getiririm, geçinebilmek için hangi ek işi yapmalıyım diyen öğretmenlere dönüştü. Bu, büyük bir ayıptır ve insanlar doğal olarak ek bir kazanç için, bu onur kırıcı sınava girmek zorunda kalıyor. Öğretmenlerin özlük hakları güçlü olsun, herhangi bir Avrupa Birliğindeki meslektaşları kadar ücret alsınlar bakın o zaman bu sınava girecek öğretmen bulabilecekler miydi? Yazık oluyor, gerçekten çok yazık oluyor. İki gün sonra benim çocuğumu başöğretmen okutuyor, sizin okulda kaç uzman öğretmen var. Bizim kıza da aday öğretmen düşmüş tüh, serzenişlerini duyduğumuz da bu mesleğin kariyer mesleği olmadığını anlayacağız...Eğitim sistemimizin öğrenci başarısı hakkında ne düşünüyorsunuz?Hangi başarı? Uluslararası sınavların sonuçları ortada. Dil, matematik, fen becerisi konusunda sınıfta kaldığımızı biliyoruz. Bunun dışında kalan alanlarla da bir başarıdan söz etmek mümkün değil. Genel eşitlik ilkesi adına, adaletli olmak için merkezi sınavlarla giriş sınavları yapıyoruz. Eğitimde eşitsizlik bu kadar üst düzeydeyken hangi adil yarıştan söz ediyoruz bunu tartışmak gerekiyor. Salgın günleri, nitelikli eğitime erişimde nasıl bir adaletsizlik olduğunu gün yüzüne çıkardı. Salgında okulların kapandığı andan itibaren uzaktan eğitime hiç ara vermeden kişisel bilgisayarı ile devam eden öğrenciler de bizim, anne ya da babasının telefonu ile EBA derslerine ulaşma gayreti için de olan öğrenciler de bizim, çoktan okuldan kopmuş mevsimlik işçi olan ailesinin yanında çalışan çocuklar da bizim. Tüm bu çocukları aynı sınava alıp, aynı eğitim basamaklarını takip ettirip adaletten söz etmek çok da anlamlı değil. Öğrencilerin ve ailelerin tek bir arayışı var o da görece iyi eğitim alabilecekleri bir okula girmek. Öğrencileri bekleyen ilk sınav Lise Giriş Sınavı, bakanlık istenirse sınava girmeyip merkezi sistemle bir okula yerleşebilir öğrenciler dese de tüm öğrenciler ve aileler bunun kocaman bir balon olduğunu biliyor. Milyonlarca öğrenci kaybolmayacaklarını düşündüğü az sayıdaki okula girmek için yarışıyor. İşte tam da bu yarış, bu az sayıda nitelikli okul olmasının sonucu ilkokul birinci sınıfa kadar inen büyük yarış. Herkes biliyor ki yüzde bir ile yüzde üç arasındaki bir dilime girmek için binlerce test sorusu çözülmeli. Bu sınavlar yetkinlik sınavı değil, eleme sınavı. Elenmek istemeyen öğrenciler spordan, sanattan, yaşamdan uzak bitkisel bir test yaşamına giriyor. Sadece testle ilerleyen bu yapının eğitim sistemine verdiği zararları kimse konuşmuyor. Örneğin dil becerisi, okuma-anlama alanı dışında bir şeyin önemi yok. Yazma becerisi, konuşma becerisi, dinleme becerisi kimsenin umurunda değil. Derslerin içeriklerini baltalayan, tek bir odakta bilgi parçacıkları ile ilerleyen bu yapının zararını gelecekte daha çok göreceğiz. MEB tek başarı ölçütünü sınav başarısı olarak gördükçe sistemin tüm parçaları da bu sınava hazırlık üstüne de kurulacak, şu an olduğu gibi. Hele de özel okulların da içinde olduğu bu yarış tam bir reklamla yaşanıyor Birinciler bizden, başarı bizim adımız, şampiyonları biz yetiştiririz, vb... Kaç birinci çıkardığını konuşan okullar, geriye kalan öğrencilere ne olduğunu konuşmuyor. Adil olduğuna inanılan bu sistem %1 ile %5’lik bir gruba gelecek vadediyor ama %95’in eğitim geleceğini kimse konuşmuyor. Böyle bir yapı ile eğitimde yol almayı beklemeyelim. Bu ülke, her çocuğunun değerli, her çocuğunun biricik olduğuna inanarak adım eğitimi ile ilgili görüşünüz nedir? Dünya değişiyor, bilgiye ulaşmanın güç olduğu günleri çoktan geride bıraktık. Bilgiye erişimin bu kadar kolay olduğu günlerde de tüm dünya, okulun rolünü sorguluyor. Öğrencilerine bilgi verme amacı dışında bir misyonu olmayan okullar şimdi ne yapacak? Evet, artık sadece dil bilen, matematik bilen öğrenciler değil yaratıcı, eleştiren, sorgulayan, farklı düşünen, işbirliği yapabilen, becerisi yüksek öğrenciler öne çıkıyor. Peki, okullarımız bu görülmeyen alanları destekleyebiliyor mu? Hayır. Tam da bu noktada eğitim adına önemi artarak öne çıkan bir eğitim anlayışını yaşama geçirebiliriz. Okulun yapısı da öğretmenin rolü de değişiyor. Biz, bu değişime ne kadar hızlı uyum sağlar ve bu anlamda ne kadar bilimsel yaklaşımla temellendirilmiş adımlar atarsak o kadar güçlü bir eğitim sistemi açıkçası umutluyum çünkü bu ülkenin mesleğine aşık binlerce güçlü eğitimcisi var. Bu ülkede önemli bir değişim yaratacak potansiyelimiz de var. Yeter ki artık anlamlı bir adım atarak uzun yıllar gurur duyacağımız bir sistemin kurgusunu bir adım atılmalı ki, eğitimde devrim diyeceğimiz bir yapıya ulaşalım?Gelin bu soruyu en büyük sorunu çözmek için çaba sarfetmek yerine bir sınıfın sorununu çözmekle başladığımızda neleri değiştireceğimizi görerek başlayalım. Hep büyük adımlar atıp, büyük başarıların peşine düşüyoruz. Eğitim, bir emek işidir ve bu bilimin temel ilkesi basitten karmaşığa, yakından uzağa ilkesidir. O zaman çözümler için de yakından başlayalım. Ve biraz geri çekilelim, bırakalım emek verenler yönetimde de söz sahibi olsunlar. Bir okulun iklimini değiştirebilecek adımları atabilirsek çok şeyi değiştirebiliriz. Ve en önemlisi güven, lütfen artık en değerlilerimizi emanet ettiğimiz öğretmenlere güvenerek başlayalım işe. Güven ilişkisi üstüne kurgulanacak bir yapı ile başarıyı hocam değerli bilgileriniz için size teşekkür ediyorum. Türkiye Hepimizin, Eğitim Hepimizin... Dalyan, Türkiye’deki en güzel ve en özel tatil destinasyonlarından biri. Muhteşem doğası, sakin ve sessiz yerleşim yerleri, dünya çapında bilinen İztuzu Plajı, kadim tarihinin kalıntıları olan kaya mezarları ve Kaunos Antik Kenti ile herkesin tatil rotasında olması gereken bir yeryüzü cenneti. “Cennet Dalyan’da nerede kalınır?” sorunuza yepyeni bir seçenek ile geldim Butik otel konseptinde hizmet veren Dna Hotel Dalyan. Dna Hotel Dalyan Dna Hotel Dalyan Hakkında Dalyan, koruma bölgesi olması nedeniyle büyük otel yapılmasına izin verilmeyen, butik otel seçeneklerinin yoğun olduğu bir yerleşim. Doğal yapısını koruması açısından bu hali beni çok mutlu ediyor. Dalyan butik otel seçeneklerinin arasında fark yaratabilmek kolay değil. Size bahsedeceğim Dna Hotel Dalyan, en güzel alternatiflerden biri. Dna Hotel Dalyan Dna Hotel Dalyan, Dalyan merkeze yürüme mesafesinde 2021 yılında hizmete açılmış olan 13 odalı bir butik otel. Konforlu odaları, şehir ile uyumlu mimarisinin yanında sonsuzluk havuzu gibi eklemeler yapılarak gelen konukların en üst düzeyde konaklaması hedeflenerek tasarlanmış. Otelin beni mutlu eden yönlerinden biri ise 14 yaş üzeri konukları kabul etmesi. Şüphesiz, küçük çocuklu ailelerin konaklamaması tatil huzurumuzu bir kat daha artıracak bir etken. Bence otelin tek eksiği var; evcil hayvan kabul etmiyor olması. Bu konuyu çözebilirlerse Dalyan’daki oteller arasındaki en iyi seçenek olabilirler. Dna Hotel Dalyan’da Konaklama Şekli ve Odalar Dna Hotel Dalyan, oda kahvaltı ve yarım pansiyon konseptinde hizmet veriyor. Böylece akşam yemeğinde Dalyan’ın meşhur mavi yengecinin tadına bakmak için Dalyan merkezde otele yürüme mesafesinde bulunan restoranlara gitme imkanınız oluyor. Dna Hotel Dalyan – Odalar Dna Hotel’in 13 adet odası bulunuyor. Havuz girişli oda, havuz manzaralı oda, standart oda ve çatı katı odaları şeklinde farklı odaları var, rezervasyon yaptırırken hangi oda ilginizi çekiyorsa onu belirtmeyi unutmayın. Havuz girişli odalarda odanızdan havuza girebilir, çatı katı odalarında ise 3 kişi konaklama yapabilirsiniz. Dna Hotel Dalyan – Odalar Otelin yeni yapılmış olmasının bir avantajı da ıslak zeminlerin pırıl pırıl olması. Özellikle banyo, tuvalet temizliği konusunda hassasiyeti olanlar için bu bölüm çok önemli. Dna Hotel Dalyan – Banyo Odalarda Wifi internet, Dsmart yerli-yabancı yayın, Amazon Prime video, Netflix, Youtube gibi uygulamalar, Nespresso kahve makinesi ve kapsüller -bu benim için baya önemli- i, çay kahve seti, çalışma masası, berjer, led aydınlatma sistemi, kasa, minibar, lux buklet ürünleri, merkezi sistem klima ve kartlı anahtar sistemi ile bir otelden bekleyebileceğiniz herşey eksiksiz olarak bulunuyor. Dna Hotel Dalyan – Havuz “Denize çok yakınız, havuzu ne yapalım?” demeyin. Dalyan’ın lagün kısmı suya girmek için uygun değil, önden onu hatırlatayım. Dalyan çevresinde bir yerleri gezip geldiniz, otelde dinlemek istiyorsunuz, o sırada havuzda serinlemek harika olmaz mı? Dna Hotel’in etrafını saran büyük bir tuzlu su yüzme havuzu bulunuyor, kimse ile çarpışmadan rahat rahat yüzebilirsiniz. Havuzun önemli bir özelliği ise klor ve kimyasal kullanılmıyor olması yani deniz suyu gibi doğal. Dna Hotel Dalyan’da Yeme-İçme Dna Hotel Dalyan’da Kahvaltı Otelde sabahları serpme kahvaltı, sınırsız çay ile birlikte servis ediliyor. Ege’ye özgü çeşit çeşit zeytinler, şifalı zeytinyağı, leziz peynirler, ev yapımı reçeller ile birlikte servis ediliyor. Aç kalmayacağınızdan emin olabilirsiniz. D Cafe Bistro Havuzun hemen yanıbaşında “D Cafe Bistro” bulunuyor. Burada yerli yabancı içecekler, aperatif lezzetler ile gün içinde havuz keyfi yaparken otelden çıkmadan açlığınızı bastırabilirsiniz. Peki ben çok kalbimden vuran ne oldu? İstanbul’da dahi pek az yerde bulabildiğim Julius Meinl çekirdek kahveleri ve ürünleri ile kahvelerin hazırlanıyor olması. Beni burada yakaladınız, başka sözüm yok. Dna Hotel Dalyan’a Yakın Gezilecek Yerler Dalyan Dalyan ile ilgili detaylı bir blog yazım olduğu için bu yazıda Dalyan’da gezilecek yerler konusuna derinlemesine girmeyeceğim, merak edenler yazıma göz atabilir. Ancak fikir vermesi için aşağıda liste halinde Dalyan’da gezilecek görülecek yerler ve yapılacakları sıralıyorum. Sakin, sessiz Dalyan şehir merkezi Mutlaka görmeniz gereken, tekne turları ile keşfedebileceğiniz Dalyan Lagünü Dünyaca ünlü İztuzu Plajıİztuzu yakınında bulunan ve gün batımında harika görünen Sülüngür GölüLagünün muhteşem güzelliğini yukarıdan görmek için Gökbel-Radar Tepesi Seyir NoktasıLagünün muhteşem güzelliğini yukarıdan farklı bir manzaradan görmek için Çandır Tepesi Seyir NoktasıTarihin izleri arasında kaybolmak için Kaunos Antik KentiDalyan’ın imzası olmuş Kaunos Kral MezarlarıÇamur banyosu yapabileceğiniz Sultaniye Kaplıcaları Denizin tadını farklı yerlerde çıkarmak için Kargıcak, Aşı ve Ekincik Koyları İztuzu plajında tekne turlarına katılmak için otel resepsiyonundan yardım isteyebilirsiniz, sizi Dalyan Tekne Turu Kooperatifi’ne yönlendireceklerdir. Dna Hotel Dalyan Nerede, Nasıl Gidilir? Dna Hotel, Dalyan şehir merkezine yürüme mesafesinde, merkezi bir konumda bulunuyor; Dalyan şehir merkezine 850 metre,Dalaman Havalimanı’na 30 km,İztuzu Plajı’na 13 km, Sarıgerme Plajı’na 30 kmKargıcak Koyu’na 15 km, Aşı Koyu’na 24 km,Köyceğiz merkeze 23 km,Göcek’e 30 km,Fethiye Ölüdeniz’e 74 km,Marmaris’e 89 km, Akyaka’ya 65 km mesafede yer alıyor. Google haritalar uygulaması üzerindeki konumu için tıklayın. Eğer Dalyan’a havayolu ile geliyorsanız; Dalaman Havalimanı’ndan Köyceğiz’e Havaş servisleri bulunuyor. Köyceğiz’de servisten inip taksi ile otele ulaşabilirsiniz. Havalimanı’ndan araç kiralayabilirsiniz. Böylece Dalyan çevresindeki pek çok yere kolayca ücreti karşılığında havalimanı transferi talep edebilirsiniz. Dna Hotel Dalyan İletişim Bilgileri Otel ile ilgili bilgi almak ve en iyi fiyat garantisi ile rezervasyon yaptırmak için; üzerinden veya telefon ile ulaşabilirsiniz. Aşağıda tüm iletişim bilgilerini göreceksiniz. Telefonu +90 545 302 42 29 Web Sitesi Açık Adresi Dalyan mahallesi. Gülpınar caddesi. No61 Ortaca / Muğla Türkiye’nin turizm cevherlerinden biri olan Dalyan’da, konforlu ve keyifli bir tatil yapmak için Dna Hotel Dalyan güzel bir seçenek. Oteli ararsanız benden selam söylemeyi unutmayın! Dilimizde olumlu anlamda kullanılır bu birleşik sözcük. Hani yol göstermek, fikir anlatmak gibilerden. Oysa biz çocukluk yıllarımızda somut olarak, fiilen ayna tutardık. Elindeki cep aynasına güneşin ışığını alırsın, karşı penceredeki kıza ayna tutarsın. Eğer o da sana kendi aynasıyla yanıt verirse, iş tamamdır. Zaten dokuz on yaşlarındasın oğlum. Ne işi tamamdır acaba?.. İşte tam 20 yıl bu hükümet bize gerçek anlamda, somut olarak fiilen ayna tuttu. Gözümüzü aldı. Kandık. Gözün kamaştı mı bir şey göremezsin. Ama şimdi televizyon röportajlarına bakıyorum, işler biraz değişmiş. Gözüne ayna tutulanların gözü açılmış. “Elim kırılsaydı da...” diye devam eden söylemler bitmek bilmiyor. Millet uyandı. Bunların hiç şansı yok artık. Birinin gözüne ayna tutulması çocukluk anısıdır, o kadar. Ama akıl tutulması farklı bir durum. Başımızdakiler tam da orada şimdi. Abuk sabuk konuşup duruyorlar. İnsan içine çıkacak halleri yok. Mesela ben Kenan devrinde tutuklanıp hapis yattım. Ama Evren’e kızmadım hiç. Çünkü günahını almayayım, pek akıllı biri değildi. Saçma sapan bir adamdı. Ama bunlar kurnaz. Yıllarca insanları “Allah’ın adıyla” kandırdılar ve hâlâ devam ediyorlar ama nafile. Bunları “nafile namazı” bile kurtaramaz. Yolları açık olsun. Bizden ırak olsunlar başka bir şey istemez...Not Nafile namazlarında büyük sevap vardır ama bu kadar günah işlenince, nafile namazı da nafile dostum Celal Ülgen korona oldu. Hemen en iyi gelecek ilaçları söyledim ona. Ayrıca kızı ve avukatım Deniz Şeren’e de yazdırdım. Ben o iki ilaçla hemen ayağa kalkmıştım. Umarım Celal’e de iyi gelecek. Hastalık konusunda çok evhamlıyım. Bir dostum hasta oldu mu ben de oluyorum. Celal bir an önce iyileşmeli ki iyiliklerine devam edebilsin... Başka bir avukat diğer bir avukata saldırıyorsa saldıranın kimliğine bakmak lazım. Celal’i üzmeye çalıştılar ama sökmedi. İyi avukat olduğundan çok iyi insandır o. Eşi Perihan, kızı Deniz, oğlu, torunları... Onlar çok iyi bir aile. Gözümüz gibi bakmamız lazım. Geçmiş olsun kardeşim. Şifalı ol bir an önce. LEYDİ MERY’Türk sanat müziğinin en önemli bestecilerinden biri Teoman Alpay’dı. Bir gün “Samanyolu” diye bir beste yapıyor. Parasız günleri. Besteyi müzisyen Metin Bükey’e satıyor. Bükey bu şarkıyı Berkant’a plak yapıyor. Stadyumlar dahil her yerde çalınıyor şarkı. Öyle ünlü oluyor ki, bir yabancı şarkıcı tarafından İngilizcesi “Ooo Leydi Mery” diye okunuyor ve dünya tanıyor şarkıyı. Ben bu haftanın yazısını yazarken radyoda yabancı bir kanalda bu çalıyordu. Hem Teoman Ağabey’i, hem Metin Bükey’i, hem Berkant’ı andım. Ne güzel iş yapmışlar. Şarkılar yaşatır...RECEP EFENDİ“Atma Recep, din kardeşiyiz” sözü nereden gelmektedir?Anlatılan odur ki, Recep Efendi ismindeki zatı muhterem Galata semtinde ikamet etmektedir. Recep’in kötü bir huyu vardır Yalan. Durup dururken atmakta, sallamakta, yalan söylemektedir. Yaşadığı bölge çoğunlukla, Rum, Ermeni, Yahudi, Levanten gibi topluluklardan oluşmaktadır. Recep Efendi kentin karşı yakasına taşınır. Burası tam bir Müslüman mahallesidir. Recep Efendi kısa sürede burada da yalanlarını sürdürür. O kadar yalan söylemektedir ki, bu gün dediğinin yarın tam tersini söyler ve kimse gıkını çıkarmaz. Bir gün kıraathanede muhabbet açılır. Recep Efendi de oradadır. Başlar atmaya. Artık öylesine şeyler söyler, öylesinebol keseden atar ki, mahallenin yaşlılarından biri dayanamaz, nargilesini yana bırakır ve Recep Efendi’ye dönerek “Bu sefer ipin ucunu kaçırdın, atma Recep, din kardeşiyiz” der. İşte o meşhur söz buradan gelmekteymiş. Ben de yalancıların, pardon söyleyenlerin ANIL“Rüya gibi uçan yıllar, biraz durun, durun biraz...”Avni Anıl babamın dostu idi. Sonra biz dost olduk. Ankara’da çalışıyorum. İzmir’de jübilesi var “Senin sunmanı isterim” dedi. İşimden izin alıp gittim İzmir’e. Fuar Açıkhava Tiyatrosu ağzına kadar dolu. Yaptım işimi, döndüm Ankara’ya. Onu en son Darüşşafaka’nın hastane bölümünde Müzeyyen Senar Abla’nın yanında gördüm. Leyla ile ziyaretine gitmiştik. Avni Abi de o gün bir rastlantı olarak oradaydı. Resimler çektirdik, sohbet ettik. Sonra o da rahatsızlandı. İkisi de bize veda ettiler. Avni Anıl, Türk sanat musikisine çok değerli eserler kazandırmış büyük bir bestecidir. Kimi müzik adamlarına göre, Selahattin Pınar kıratındadır. Dilinize takılan bestelere şöyle bir bakın altında Avni Anıl imzasını görebilirsiniz. Müziğin büyüklüğü buradan geliyor işte. Yıllar sonra, bestecisi aramızdan ayrılmış gitmiş. Besteleri hâlâ söyleniyor. Ben alaturkacıyım. Diğer müzikler konusunda da iyiyimdir ama bizim müziğimiz bana daha efkârlı geliyor. Mihrabım Diyerek-Safa Geldiniz Dostlar-Akşamın Olduğu Yerde-Dilşad Olacak Diye-Bir Ateşim Yanarım-Biraz Kül Biraz Duman-Ne Yeşili Ne Siyahı Gözümde Hep Gözleri Var-Öyle Dudak Büküp Hor Gözle Bakma...Ve daha yüzlerce eser. Avni Abi geldi birden aklıma. Nasıl sığdırmış o ömre bu kadar güzel besteyi diye düşündüm. Rahat uyuyordur.

çok gezen bilir ile ilgili yazı